Bir önceki yazımızda, Türkçenin 13.asırda yaşadığı kriz dönemini ve Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277 tarihinde bir ferman buyurarak divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil konuşulmasını yasakladığını, bunun da esaslı bir meydan okuma olduğundan bahsetmiştik. Şimdi, ferman haberinin gezip dolaştığı o sokaklarda yürüyen bir başka mühim ismi, Yunus Emre’yi ve onun dil tarihimizdeki önemini ele alacağız.
Ders kitapları ve seçme şiir derlemelerinin çoğunda sadeleştirilmiş şiirlerine yer verilmesi nedeniyle, çoğu insanın zihninde Yunus Emre İstanbul Türkçesiyle konuşmaktadır. Bu algı belli belirsiz bir yanılgıya düşülmesine sebep olmaktadır. Zîra Yunus Emre’nin önemi Türkçe’yi çok iyi kullanmasından ziyade Türkçeyi kendi döneminde çok iyi kullanmasında saklıdır. Bu önem, kendini tarih sayfalarında açık bir şekilde göstermektedir.
Türkçe, artık bilindiği üzere, 13.asırda yalnız günlük konuşma dili olarak kullanıldığından daha çok sözlü kültürün taşıyıcısı durumdaydı. Fakat dil yapısı olarak Oğuz dilinden Karahanlı yazı diline doğru uzanan karışık bir yapıya sahipti. Türkçe’nin ses bilgisi, şekil bilgisi ve kelime haznesi bakımından sahip olduğu bu karmaşık yapı, dönemin dilinin olga bolga dili olarak adlandırılmasına ve kaba/sakîm olarak nitelendirilmesine sebep olmuştur. Nasıl ki Türkler Anadolu’da henüz konar göçer durumundadır, denilebilir ki, Türkçe de henüz yerli yerine oturmamış, Türklerin ahvâli gibi Türkçe de henüz durulmamıştır. Nitekim söz uçmakta, yazı kalmaktadır.
Bu nedenle dönemin Oğuz dilinin önündeki ilk savaş, yazı dilinde olacaktı. Bir yandan Arapça ve Farsça ile mücâdele etmesi gereken Oğuz dili, diğer yandan durulmaya ve sâkinleşmeye çalışacaktı. Mehmet Bey’in meşhur fermanı, bir nevi mücadelenin fitilini ateşledi. Artık meydan, bu fermandan haberdar olan genç Türkmenlere kaldı. İşte bu gençlerden birisi, hemen hemen benim şimdiki yaşlarımdaki bir Türkmen dervişi, Yunus Emre’ydi.
Yunus Emre, devrinin ihtiyaçlarına âdeta reçete niteliğinde eserler verdi. O, aynı mısralarla hem Oğuz diline dayalı Anadolu Türkçesinin gelişimine katkı sağladı hem de Moğol zulmünden bunalmış bir topluma nefes aldırdı. Şüphesiz, Yunus Emre tek başına değildi. Ahmed Fakih, Hoca Dehhani, Şeyyad Hamza gibi ilk dönem isimlerin yanı sıra Âşık Paşa, Gülşehri, Beypazarlı Maazoğlu, Dursun Fakih gibi ardından gelen isimler Türkçe’nin inkişafına büyük katkı gösterdiler.
Fakat şurası kesindir ki, Yunus Emre’nin eserleri, diğerlerinin didaktik ikaz ve irşad dilinden ziyade coşkun ırmaklar gibi akan lirik şiirlerdir. Üstelik bunlar, dil yapısı bakımından olga bolga türünden uzak, dil bilgisine hâkim ve kelime haznesi zengin şiirlerdir. O, bu yönüyle kendi devrinden sonraki Türk dili ve edebiyatına uzun yıllar yol göstermiş, öncülük etmiştir.
Şimdi hayal edelim, bundan yedi yüz yıl kadar önce, insanların Türkçeyi harflerden, kelimelerden, cümlelerden ibaret bir yapı olarak ayan beyan görme imkânından çoğu kez yoksun olduğu bir dönemde, şehir meydanında bir derviş aşağıdaki şiiri okuyor. Bir dil olarak Türkçe için ne hisseder ne düşünürdünüz? Bu sorunun cevabı, Yunus Emre’nin dilimiz üzerindeki tesirinin en sahici delilidir.
Şol Cennetin ırmakları
Akar Allah deyu deyu
Çıkmış İslam bülbülleri
Öter Allah deyu deyu
Salınır Tûba dalları
Kur'an okur hem dilleri
Cennet bağının gülleri
Kokar Allah deyu deyu
Kimi yiyip kimi içer
Hep melekler rahmet saçar
İdris nebi hulle biçer
Diker Allah deyu deyu
Altındandır direkleri
Gümüştendir yaprakları
Uzandıkça budakları
Biter Allah deyu deyu
Aydan arıdır yüzleri
Misk-i amberdir sözleri
Cennet'te hûri kızları
Gezer Allah deyu deyu
Hakk’a âşık olan kişi
Akar gözlerinin yaşı
Pûr nur olur içi dışı
Söyler Allah deyu deyu
Ne dilersen Hak'tan dile
Kılavuzla gir bu yola
Bülbül âşık olmuş güle
Öter Allah deyu deyu
Açıldı gökler kapısı
Rahmetle dolu hepisi
Sekiz Cennet'in kapısı
Açar Allah deyu deyu
Rıdvan-dürür kapı açan
İdris-dürür hulle biçen
Kevser şarabını içen
Kanar Allah deyu deyu
Miskin Yunus var yârına
Koma bugünü yarına
Yarın Hakk'ın divanına
Varam Allah deyu deyu
YORUMLAR